Tutuklamanın İstisna Olması Gerektiği İlkesi: Anayasa, AİHM ve Uygulamadaki Ayrışma
- Harun Emre Şentürk
- 26 Mar
- 4 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 5 gün önce

Tutuklama, yalnızca istisnai hallerde başvurulması gereken geçici bir tedbirdir. Kişi hakkında tutuklama kararı verilmeden önce mutlaka daha hafif olan koruma tedbirlerinin gözden geçirilmesi ve yetersiz kalması gerekmektedir. Teoride durum böyle iken, uygulamada tutuklama tedbiri bir cezalandırma aracı gibi kullanılmaktadır. Ülkemizde özellikle son yıllarda artan keyfi tutuklamalar, vatandaşlar açısından ciddi mağduriyetlere yol açmakta ve hukuk devleti ilkesine olan güveni zedelemektedir. Bir haftadır ülkemizde yaşanan olaylar da bu sorunun ne denli yakıcı bir boyuta ulaştığını açıkça ortaya koymaktadır.
Tutuklama Nedir? Ne Zaman Uygulanır?
Tutuklama, ceza yargılaması sürecinde, henüz suçluluğu kesinleşmemiş bir kişinin özgürlüğünün geçici olarak kısıtlanmasıdır. Türk Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 100. maddesinde düzenlenen tutuklama, yalnızca belirli koşullar altında uygulanabilir. Buna göre, bir suç işlendiğine dair kuvvetli şüphe varsa ve kişinin kaçma, saklanma, delilleri karartma, tanıkları etkileme gibi fiilleri gerçekleştirme ihtimali mevcutsa, hâkim kararıyla tutuklama tedbiri uygulanabilir. Ancak burada altı çizilmesi gereken en önemli husus, tutuklamanın bir ceza değil, yargılamayı güvence altına almak amacıyla başvurulan koruma tedbiri olduğudur.
Bu nedenle tutuklama, istisna olmalı ve yalnızca başka bir tedbirle amaca ulaşılamayacaksa gündeme gelmelidir. Adli kontrol, yurt dışına çıkış yasağı, imza yükümlülüğü gibi daha hafif tedbirler yeterli olabilecekse, tutuklama yoluna gidilmemelidir. Ne yazık ki uygulamada bu ilkelere her zaman riayet edilmediği, tutuklamanın bazen otomatik bir refleks gibi işletildiği görülmektedir. Bu durum, hem bireysel özgürlükler hem de hukuk devleti ilkesi bakımından ciddi bir sorun teşkil etmektedir.
Anayasal Güvence: Tutuklamanın İstisna ve En Son Çare Olması
Tutuklama tedbirinin istisna olması gerektiği ilkesi, yalnızca Ceza Muhakemesi Kanunu’nda değil, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda da açıkça güvence altına alınmıştır. Anayasa’nın 19. maddesi, herkesin kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkına sahip olduğunu belirterek, bu özgürlüğün ancak kanunda öngörülen usul ve sebeplere dayanılarak sınırlanabileceğini ifade eder. Aynı maddenin üçüncü fıkrası, hakkında kuvvetli suç şüphesi bulunan kişinin hâkim kararıyla tutuklanabileceğini belirtmekle birlikte, tutuklamanın mutlak değil, şartlara bağlı ve geçici bir önlem olduğunu ortaya koyar. Ayrıca “suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimsenin suçlu sayılamayacağı” yönündeki masumiyet karinesi de bu çerçevede temel bir anayasal ilkedir.
Anayasa’nın bu hükümleri ışığında, tutuklamaya ancak zorunlu hallerde, orantılılık ve ölçülülük ilkeleri dikkate alınarak başvurulması gerekir. Tutuklamanın, adli kontrol gibi daha hafif tedbirlerin yetersiz kalması halinde uygulanabileceği unutulmamalıdır. Aksi takdirde, yargı süreci tamamlanmamış bireylerin haksız yere özgürlüklerinden yoksun bırakılması, anayasal hak ihlali anlamına gelir ve hukuk devleti ilkesine ciddi zarar verir.
CMK ve Tutuklamanın Şartları
Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) tutuklamayı, ancak belirli ve sınırlı koşullar gerçekleştiğinde uygulanabilecek istisnai bir koruma tedbiri olarak düzenlemiştir. CMK 100. ve devamı maddelerde yer alan bu şartlar, her olayda somut şekilde ortaya konulmalı ve hâkim kararında ayrıntılı biçimde gerekçelendirilmelidir. Aşağıda, tutuklama kararının verilebilmesi için gerekli temel şartlar alt başlıklar hâlinde açıklanmıştır:
Kuvvetli Suç Şüphesi
Tutuklama kararı verilebilmesi için ilk şart, kişinin suç işlediğine dair kuvvetli şüphe bulunmasıdır. Bu şüphe, sadece varsayımlara değil, delil niteliği taşıyan somut olgulara dayanmalıdır. Örneğin tanık beyanı, kamera görüntüsü veya dijital izler bu kapsamdadır.
Kaçma Şüphesi
Kişinin soruşturma veya kovuşturmadan kaçma ihtimali bulunuyorsa, bu durum tutuklamayı haklı kılabilir. Özellikle yurtdışı bağlantısı olan şüphelilerde bu risk daha yakından değerlendirilir.
Delilleri Yok Etme veya Gizleme İhtimali
Şüphelinin olayla ilgili maddi delilleri yok etme, değiştirme ya da gizleme ihtimali varsa, bu da tutuklama gerekçesi olabilir. Delil karartma riski, adil yargılamanın önündeki en büyük tehditlerden biridir.
Tanık, Mağdur veya Başkaları Üzerinde Baskı Kurma Tehlikesi
Şüpheli veya sanığın, tanıklar ya da mağdurlar üzerinde baskı kurarak gerçeğin ortaya çıkmasını engelleme riski varsa, bu durum da tutuklamayı haklı kılar. Özellikle organize suçlar veya tehdit içeren suçlarda bu husus dikkatle değerlendirilir.
Uygulamadaki Ayrışma: Teoride İstisna, Pratikte Kural
Ceza Muhakemesi Kanunu ve Anayasa açık biçimde tutuklamanın istisnai bir tedbir olduğunu belirtmesine rağmen, uygulamada bu ilkenin çoğu zaman göz ardı edildiği görülmektedir. Özellikle son yıllarda tutuklamanın, neredeyse otomatik bir refleks hâline gelerek yargılamanın ilk adımında başvurulan olağan bir yöntem gibi kullanıldığına sıkça rastlanmaktadır. Bu durum, hem bireysel özgürlükleri hem de yargıya olan güveni zedelemektedir.
Savcılık makamlarınca yapılan tutuklama taleplerine mahkemelerin çoğu zaman yeterli gerekçe olmaksızın onay vermesi, tutuklamanın istisna olmaktan çıkıp adeta “peşin ceza” gibi algılanmasına neden olmaktadır. Oysa yargılamanın selameti daha hafif tedbirlerle sağlanabiliyorsa, tutuklama kararı verilmemelidir. Ayrıca birçok dosyada tutuklama gerekçesi olarak kullanılan “kaçma şüphesi” veya “delil karartma ihtimali” gibi kavramlar, somut olgularla desteklenmeden genelleştirilmiş şekilde sunulmaktadır.
Bu uygulama tarzı, AİHM kararlarında da eleştiri konusu yapılmış; siyasi, mesleki ya da muhalif kimlik taşıyan bireylerin tutukluluk hâllerinin orantısız ve keyfi olduğu birçok dosyada vurgulanmıştır. Tutuklamanın cezalandırıcı değil, koruyucu bir tedbir olduğu gerçeği, pratikte sıklıkla göz ardı edilmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Yaklaşımı
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), tutuklamanın istisnai bir tedbir olması gerektiğini birçok kararında net şekilde ortaya koymuştur. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5. maddesi, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkını güvence altına alır ve tutuklama kararlarının hukuka uygun, ölçülü ve gerekçeli olması gerektiğini belirtir. AİHM’e göre, bir kişinin tutuklanabilmesi için sadece suç şüphesi yeterli değildir; bu şüphenin somut gerekçelerle desteklenmesi ve tutuklamanın gerekli olduğunun açıkça ortaya konulması gerekir.
Demirtaş v. Türkiye
AİHM, 20 Kasım 2018 tarihli kararında, Selahattin Demirtaş’ın uzun süreli tutukluluğunun siyasi saiklerle gerçekleştiğine ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5. ve 18. maddelerinin ihlal edildiğine karar vermiştir.
Kavala v. Türkiye
10 Aralık 2019 tarihli kararında, Mahkeme, Osman Kavala’nın tutukluluğunun somut delillere dayanmadığını, tutuklamanın muhalif görüşleri susturma amacı taşıdığını ve bu nedenle hak ihlali teşkil ettiğini belirtmiştir.
AİHM’in bu kararları, tutuklamanın ancak son çare olarak ve kesin bir zorunluluk hâlinde uygulanması gerektiğini bir kez daha ortaya koymaktadır. Özellikle siyasi içerikli veya ifade özgürlüğüyle ilgili davalarda, Mahkeme daha sıkı denetim uygulamaktadır.
Tutuklama Değil, Özgürlük Esastır
Tutuklama, hukuken sadece en son çare olarak başvurulması gereken bir tedbirdir. Ne var ki, teoride bu kadar net olan bu ilke, uygulamada sıklıkla ihlal edilmekte ve bu durum toplumda büyük bir adaletsizlik duygusu yaratmaktadır. Bugün, yargı süreçlerine güvenin zedelendiği bir ortamda, tutuklama kararlarının sadece yasal değil, aynı zamanda vicdani ve toplumsal etkileri de derinleşmiştir.
Kamuoyunda yankı uyandıran birçok davada, tutuklama kararlarının cezalandırma saikiyle alındığına yönelik algı, sıradan bir şüphe olmaktan çıkmış, ciddi bir hukuk krizi belirtisi hâline gelmiştir. Hâkim ve savcıların, her dosyada “tutuklama dışında seçenek var mı?” sorusunu samimiyetle sorması bir yükümlülük değil, adaletin temelidir. Anayasa, Ceza Muhakemesi Kanunu ve uluslararası sözleşmeler, bireyin özgürlüğünü temel ilke olarak kabul ederken; uygulamada bunun tersinin yaşanması, yalnızca hukuka değil, toplumsal barışa da zarar vermektedir.
Bugünün yargısı, geleceğin tarihidir. Hangi kararların vicdanlara ve tarihe nasıl yansıdığını belirleyecek olan, özgürlük ilkesine ne kadar sadık kalındığıdır.
Yazının sonu... Bu yazıda verdiğimiz bilgiler hukuki mütalaa ya da tavsiye niteliği taşımamaktadır. Verilen bilgiler yazılma tarihinde tarihinde yürürlükte olan kanunlara göre verilmiş olup, sizin yazıyı okuduğunuz tarihte güncel olmayabilir!
Bu sebeple; EĞER AMACINIZ HUKUKİ YARDIM ALMAK İSE BİR AVUKATA DANIŞMANIZI TAVSİYE EDERİZ.
Comments